Türkiye Yazarlar Birliği Erzincan Şubesi Kültür evindeki programın bu haftaki konuğu İktisat Fakültesi eski Dekanı ve Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selahattin Yavuz oldu.
Dr. Selahattin Yavuz’un konuşmasında, aşırı tüketimin yarattığı tehlikeler ve sorumlu üretim ile tüketim arasındaki ilişki ele alındı. Yavuz, sanayi devriminin ardından üretim artışının çevre ve canlılar üzerinde yaratabileceği olumsuz etkilerini vurguladı. Tüketim toplumunun geldiği noktada ise, sadece ihtiyaçların değil, isteklerin de sınırsız hale geldiğine dikkat çekti.
İşte Prof. Dr. Selahattin Yavuz’un sorumlu üretim ve tüketime dair yaptığı konuşmanın detayları;
"Sanayileşme öncesi tarım toplumunda insanlar sadece kendi ihtiyaçları kadar ürünü evlerinde veya küçük atölyelerde üretirken; sanayi devrimi ile birlikte fabrikalar kurulmuş ve üretilen malların sayısında bir artış olmuştur. Tüketim toplumunun sınırsız ihtiyacını karşılamaya çalışan üretimin meydana getirdiği endüstrileşme; çevre, dünya ve canlılar üzerinde olumsuz etkilere neden olmaktadır.
Bugün tüm dünyayı etkisi altına almış olan büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız. Bu büyük tehlikenin adı “aşırı tüketim hastalığı”dır. Veya diğer bir deyişle “tüketim çılgınlığı”dır. Ne kişisel kaynaklarımız, ne de dünyadaki kaynaklar ne yazık ki sınırsız değildir. Ve tükenmesi durumunda, şimdi gereksiz yaptığımız alışverişler sebebiyle, yarın gerekli alışverişlerimizi de yapamayacak duruma gelebiliriz.
Artan ürün sayısı ve ürün çeşitliliği kapitalizmin (Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyete ait olması ile birlikte bunların kâr ile işletilmesine dayalı bir sistemdir) gelişmesinin önünü açmıştır. Kapitalizmde üretim çarkının işleyebilmesi için tüketim çarkının da kusursuz bir şekilde işlemesi gerekmektedir. Bunun için de tüketimin özendirilmesi gerekmektedir. Reklamlar sayesinde bireyler yeni çıkan ürünlerden haberdar olmaktadır. Bu da moda sektörünün gelişmesine katkı sağlamıştır.
Son yıllarda üretimin ve uluslararası ticaretin kolaylaşmasıyla, küresel pazarlama yöntemleri, reklamların insanları alış-verişe ve tüketmeye teşviki, dijitalleşmenin hızla gelişmeye devam etmesi ve online alışveriş gibi alternatif alışveriş kanallarının yaygınlaşmasıyla tüketimde aşırı artışlar meydana gelmiştir.
Kapitalist kültür; insanların rekabet duygusunu körükleyerek kışkırtarak, teşvik ederek diğerlerine karşı tüketim aracılığıyla üstünlük kurma hastalık ve zaafını kullanıyor. İnsanlar daha önce sadece temel ihtiyaçları için çalışırken artık lüks tüketimi için de daha çok çalışmak zorunda kalmışlardır.
Son modelini almak istediğimiz telefonlar için uzun kuyruklara giriyoruz, indirime giren mağazaları yağmalıyoruz, kimileri karşındakinin hayatını tehlikeye bile atabiliyor. Kısaca tüketmek konusunda dünyaca çıldırmış durumdayız aslında.
Günümüz tüketim toplumunda maalesef “tüketim” bir statü göstergesi olarak algılanmaktadır.
Örneğin lüks bir restoranda yemek yemek, marka giyinmek, pahalı telefonlar kullanmak, maalesef birer saygınlık belirtisi haline gelmiştir.
Maalesef bireylerin toplumdaki statüleri, tükettikleri bu nesnelerle ölçülmektedir. İnsani ilişkiler, yerini madde ile kurulan ilişkilere bırakıyor. Yeni tanışan insanlar artık birbirinin yüzleri yerine giydiği kıyafetlere ve logolara bakıyorlar.
Televizyon, internet, reklam ve dizilerle ortak zevk ve ortak kültür kavramları hızla yayılıyor. Fakat herkesin ortak ve eşit alım gücü yoktur. Hâlbuki alış verişte ve tüketimde sadece ihtiyacımız dikkate alınmalı, sadece ihtiyacımızı satın almalıyız.
Duyguları kontrol etmek çoğu zaman zor olduğundan kişi bu metaya sahip olmaya kendini zorluyor. Bu metayı alabilecek satın alma gücü yoksa etik dışı yollara başvurabiliyor. Sahip olmadığımız paraları harcatmaya zorluyor, kredi kartı ile, netice borç batağı, bunalım, intihar.
Aşağı yukarı aynı görevi yapan ve ayrıntılarda farklı olan iki cep telefonundan birisi 15.000 liraya alınırken diğerinin hayat boyu sadece birkaç kez kullanılacak birtakım özellikleri taşıması nedeniyle 45.000 lira olması anlamlı değildir. Bu, parası çok olanlar için fazla sorun oluşturmayabilir. Sorun, asıl olarak parası az olup da o pahalı telefonu sırf statü sembolü olarak alanlar için ortaya çıkar. Bu telefonu almak için kredi alındığında bu alışveriş başka talepleri tetikleyebilir. 45 bin liralık telefonu alan kişi bu telefonla uyumlu olsun diye yeni krediler alıp kılık kıyafetini değiştirmeye yönelirse iş ciddileşmeye başlar. Buna Diderot Etkisi denir.
Diderot, büyük borç altına girmiş ve paraya ihtiyacı en üst düzeye çıkmışken 1765 yılında Rus İmparatoriçesi Büyük Catherine, sanat ve bilimin koruyucusu olarak, Diderot’nun kütüphanesini satın aldı ve hemen kütüphaneyi yine Diderot’ya bıraktı. Böylece Diderot’nun eline önemli bir miktar para geçmiş oldu. Catherine bununla da yetinmeyip 25 yıllık maaşını peşin vererek Diderot’u kütüphanecisi olarak işe başlattı.
Diderot, eline geçen bu büyük parayla öteden beri almayı düşünüp de alamadığı kırmızı pahalı bir sabahlık aldı. Sabahlık o kadar görkemliydi ki, Diderot evdeki eşyalarının ona uymadığını fark etti ve eşyalarını sabahlığına uygun olacak şekilde yenileriyle değiştirmeye başladı. Her değiştirmede diğerleriyle uygunsuzluk daha da arttı ve ötekileri de yenilemeye başladı. Sonunda kendisini, evdeki bütün eşyaları yenileriyle değiştirmiş ve yeniden borçlu duruma düşmüş olarak buldu.
Elbette tüketeceğiz. Fakat, bir bağımlılık türü olarak tüketim alışkanlık haline getirilmemeli, can sıkıntısından dolayı tüketim yapılmamalıdır. Eşyaya, nesnelere, hatta insanlara kölelik derecesinde bağımlılık bir felakettir. Aşırı tüketim, insanın özgürlüğünü elinden alan, başkalarına bağımlı kılan bir unsurdur.
Modası geçtiği için kullanılıp çöpe atılan her şey çevreye atık olarak geri döner.
Yapılan her alışveriş çevreye bir yüktür. Aşırı tüketmeye devam ettikçe, eko-sistemin dengesi bozulacak, küresel ısınma artacak, buna bağlı olarak su kaynakları azalacak, deniz seviyesi yükselecek ve iklim olumsuz yönde etkilenecektir.
Tüketim kültürü toplum geneline yayılırken dar gelirli memur, işçi, öğrenci ayırt etmiyor. Tüketim kültürü doğası gereği çok kanaatkâr olmayı, boyun eğmeyi kabul etmiyor. Çünkü her zaman daha fazlasını ve daha yenisini istemeye yönelik bir mekanizma ile çalışıyor.
Bir yanda açlık, diğer yanda obozite, bir yanda susuzluk ve yoksulluk diğer yanda israf ve şatafat. Bazı ülkelerde insanların yüzde 80 i temiz suya ulaşamazken tüketim çılgını dediğimiz kişiler ise farklı haz ve duyguların peşinde.
Ne kadar çok şey alırsak o kadar çok mutlu oluruz düşüncesi insanları zamanla mutsuzluğa sürüklüyor. Dünyada yapılan israf ile milyonlarca kişi doyurulabilir. Obozite ile mücadelede dünya yıllık 2 trilyon dolar harcıyor.
Maalesef kardeşlik ve paylaşma duygusuna sahip bir nesil yerine, bencil ve narsis bir nesil inşa ediyoruz.
Hep bedeni ihtiyaçlara odaklanmışız. Halbuki ruhi, kalbi ve diğer duyguların da tatmin edilmesi gerekir.
Çağımızın en büyük problemlerinden biri olan tüketim çılgınlığının başlıca nedeni “doyumsuzluk” faktörü olarak belirtiliyor. ‘Ne kadar çok şeye sahip olursak, o kadar çok mutlu oluruz’ düşüncesinin insanları zamanla mutsuzluğa sürüklediğini belirten Psikolog Ayşe Yanık, “Çoğu zaman sahip olduklarımız yeterli gelmiyor, yeme, içme, barınma, sağlık, giyinme ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilsek de yeni arayışlar içine giriyoruz.
Hep daha fazlasını istiyoruz. Kazandıkça daha çok kazanma isteği oluyor. Bu nedenle strese giriyoruz, yaşamımızı yaşanmaz şekillere sokuyoruz, çok az şeylerden zevk alıyor, doyumsuz ve şikayetçi oluyoruz. Sonuç olarak ise kendimizi yine mutsuz hissediyoruz” diyor.
Doyumsuzluk depresyona neden oluyor. Depresyon çağımızda en sık rastlanan ruhsal bir sıkıntı süreci olarak çok sık karşımıza çıkıyor. Sadece kendi sıkıntı ve dertlerimizle boğuşmak yerine, yakın ya da uzak çevremizdekilerin de neler yaşadıklarını görmek ve hatta elimizden geleni yapmak bir çeşit tedavi metodudur aslında.
Canımız her sıkıldığında online alışveriş sitelerinde gezinmeyi sosyal bir aktivite haline getirmiş durumdayız. Online alışverişle birlikte gelen online reklam çılgınlığı var. Bir ürünü internette yazdığınızda o ürün hesaplarınızda sürekli reklam olarak karşınıza çıkacaktır, ve bizde satın alma güdüsü oluşturuyor.
Alışveriş bağımlılığı da tıpkı alkol ve sigara gibi bir bağımlılıktır aslında. Özellikle kadınlarda ruhsal problemler, aile ve eş ilgisizliği gibi problemleri ile ilgili sıkıntıları gidermenin en iyi yolu alışveriş olarak görülüyor. Üretim çeşitliliği de bizleri tüketime sevk ediyor. Birçoğumuz ihtiyaç dışı tüketiyoruz. Özellikle bütçesi sınırlı olan ailelerde bu tür tüketimler aile bütçesine ve aile içi huzura büyük zarar veriyor.
Tüketim alışkanlığı bu defa anne babadan en iyi gözlemcileri olan çocuklara geçiyor. Bu durumu içselleştirir. Ve üretmenin kıymetini bilmeyen, faydalandığı şeyin kıymetini bilmeyen ve ondan zevk almayan, kendi için yaşayan bencil birer birey olarak hayatını devam ettirecektir. Annelerin yanlış kullandıkları şefkat de tüketime yol açıyor.
İlginçtir ki dünya nüfusunun %23’ünü oluşturan gelişmiş ülkeler, doğal kaynakların %85’ini ve besinlerin %60’ını kullanmaktadır. Asıl sorunun nüfus artışından değil sanayi toplumlarının tüketime bağlı yaşam biçimlerinden kaynaklandığını ileri sürmektedir.
Ürünleri daha ilgi çekici kılmak için genelde kadın bir meta aracı niteliğindedir. Satılmak istenen ürünü elde etmenin mutluluk sağlayacağı empoze edilmeye çalışılır. Dolaylı olarak diziler ve filmler aracılığıyla da aşırı tüketime teşvik yapılır.
Tüketim toplumunun büyümesi deniz ekosistemine de zarar vermektedir. “Kullan-at” düşüncesinin bir sonucu olarak oluşan ve geri dönüşümü yıllar alan plastik atıklar ile bilinçsiz avlanma, denizlerdeki canlı türlerini tehdit etmektedir. Atık sorunu gittikçe çözümsüz hâle gelmekte, insanların her yıl attığı milyarlarca tonluk çöp ciddi bir sorun oluşturmaktadır.
Tüketim; pek çok alanda çevreye bir maliyet getirmektedir. Dünya nüfusunun 2050 yılına kadar 9,6 milyara ulaşması durumunda, insanların mevcut yaşam tarzlarını sürdürmesine yetecek doğal kaynaklar için yaklaşık üç Dünya’ya ihtiyaç duyulacaktır.
Üretim süreçlerinde oluşan atık su, arıtılmadan alıcı ortamlara verilerek, göl ve nehirlerin kirletilmesinin yanı sıra bu ortamlardaki canlı yaşantısının da olumsuz etkilenmesine sebep olmuştur.
Yaklaşık bir milyon insan tatlı suya erişemezken insanlar, suyu, suyun doğada geri dönüşüp temizlenmesine vakit vermeden kirletmektedir.
Sorumlu tüketim; topluma, çevreye ve diğer canlılara olumlu ya da daha az olumsuz etkisi olan ve doğal yaşama verilen zararı en aza indiren yolları arayan tüketim şekli olarak tanımlanmaktadır. Satın alma aşamasında; tüketiciler satın alınan ürün miktarını azaltmakta ve çevreye, topluma faydalı veya daha az zararlı ürünleri tercih etmektedir.
Sürdürülebilir tüketim; gelecek kuşakların ihtiyaçlarını dikkate alarak, yaşam döngüsü bakışıyla doğal kaynakların, toksik maddelerin, atık salınımlarının ve çevreyi kirletici maddelerin kullanımını en aza indirgerken temel ihtiyaçları karşılayan ve daha iyi bir yaşam kalitesi sunan malların ve hizmetlerin kullanılmasıdır.
YAPMAMIZ GERKENLER
Ürün ömrünü uzatarak, onararak, yeniden kullanarak, yeniden üreterek ve geri dönüşüme sokarak yeni kaynaklara ve atık bertarafına olan ihtiyacı azaltabiliriz. Ürün ömrünü, ürün kullanım ömür döngüsünü, yeniden kullanımı, yeniden üretim ve geri dönüşümü sağlayan döngüsel bir ekonomiyi benimsemeliyiz; tıpkı tabiattaki bir yaprak gibi.
Tüm suların %97 tuzlu sular (Okyanuslar ve denizler), %3 ü tatlı sular ve onu da israf ediyoruz veya kirletiyoruz. Yani bir sürahi suyun bir kaşık su kadarı tatlı sudur. Faturasını ödüyorum istediğim kadar kullanabilirim diyemeyiz. Bozuk musluklar tamir edilmeli. İhtiyacımız kadar giysi almalıyız, yırtıkları tamir etmeliyiz, ihtiyaç sahiplerine ulaştırmalıyız, kurallara göre yıkamalı ve ütülemeliyiz.
Çocuğun her istediği yerine getirilmemelidir. Güya çocuğunu hiçbir şeyden mahrum bırakmamak ve her istediğini almak ve netice olarak doyumsuz bir çocuk profili ortaya çıkarır.
Eskileri at yenileri al yerine eskilerden birşeyler yapılabilir. Eskiyen elbiseleri bez yapmak, ekmekleri köfte yapmak. Tüketen toplumdan üreten toplum oluşturmak. Bozulan şeyleri tamir etmek. Tamir edilemeyenleri geri dönüşüme vermek. Alışverişe çıkmadan alışveriş listesi yapmak sonra dolaşarak fiyat karşılaştırması yapmak gerekir. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmalıyız.
Tüketime evet israfa hayır. Çöpe gidecek bir ekmek dünyada ekmeğe muhtaç birini doyuracak. Paranın, zamanın ve diğer kaynakların gereksiz harcanmasına israf denir. Ekran karşısında saatlerce zaman harcayarak büyük israflar yapıyoruz.
Geri kazanılamayan şey zamandır. Kağıt, zaman, ekmek, elektrik, su, para, giysi, gıda vs israfı. En değerli sermayemiz zamandır. Onu çok dikkatli ve verimli kullanmalıyız. Diş fırçalarken su gereksiz yere akmamalı veya tıraş olurken, banyoda duş alırken, nehir kenarında abdest alırken bile.
Karbondioksit emisyonunun azaltılabilmesi için mümkün oldukça toplu ulaşımdan yararlanmalıyız, kısa mesafelerde yürüyebiliriz, bisiklet kullanabiliriz. Bireysel araçlarda birden fazla kişiyle seyahat edebiliriz.
Kağıdın hammaddesi ağaçtır. Kağıt için binlerce ağaç yok oluyor. Kağıt israfı yapmamalıyız. Kağıdın her iki tarafını kullanmak, bilgileri bilgisayarda muhafaza etmek. Kağıtları geri dönüşüme göndermeliyiz. Bayat olup küflenmemiş ekmekler tost, çorbaya katılabilir, köfte harcı olarak kullanılabilir.
Ülkemizde günde ortalama 5-6 milyon ekmek israf oluyor. İsraf edilen ekmekle her yıl 60 hastane 120 okul yapılabilir. Lokantalarda ve özelikle tatil beldelerinde otellerde her şey dahil olan açık büfe tarifelerde çok büyük israflar oluyor, nasıl olsa ücretini ödemişim deyip her birinden alıp birer kaşık yiyip, kalanını çöpe atıyor. Aç gözlülük.
Az enerji kullanan ürünler tercih edilmeli, fazla lamba yakılmamalı, boş lambalar söndürülmeli. Kullanılmayan giysiler küçük kardeşe veya ihtiyaç sahibine verilmeli. Zaman israfına karşı hayatımızı planlamalıyız.
Su israfında sularda yaşayan canlı türlerin nesli tükenir. Kutsal Kitabımız “Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” diyor.
Bilinçli tüketici olmanın ilk kuralı, ürünü satın almadan önce kendimizi sorgulamaktır. Gerçekten bu ürüne ihtiyacım var mı, o ürün olmazsa hayatımda herhangi bir şey eksik kalır mı bu soruları kendimize sormalıyız. Reklamlardan etkilenerek veya statü amaçlı yapılan alışverişler yerine gerçek ihtiyaçlara odaklanmalıyız.
Bilinçli bir tüketici; öncelikle alışverişe gerçekten ihtiyacı olup olmadığına karar verendir. Bilinçli tüketici; gerçek ve sahte ihtiyacı ayırt edendir."
Yavuz konuşmasının ardından hazırlanan teşekkür belgesini Prof. Dr. Adem Can, hediye kitabını ise Doç. Dr. Yusuf Bağbür'ün elinden aldı.