Dinin insan hayatındaki yeri! Şeriat nedir?
Din yağmur gibi bir rahmet, şeriat ise toprak gibi, yağmur yağar her toprak kendi özelliğine göre ürün verir.
DİN YAĞMUR GİBİDİR
Oysa din yağmur gibidir. Bir rahmettir. Şeriat ise toprak gibidir. Yağmur yağar her toprak kendi özelliğine göre ürün verir. Yağmur sabitken; toprak ve ürün değişkendir. Değişken ve yerel yasalara şeriat (yasa) denilmektedir. Zira sosyal hayat değiştiğinden sosyal yasalar da sürekli değişecektir. Bu sosyal gerçeklik bir ilahi yasadır. Aksi takdirde toplumsal terakki ve tekâmül yolunda engel olacak beyinler bu yasayı inkar ile gerçeği örteceklerdir.
Allah’ın yeryüzünde tek dini vardır o da İslam dinidir. Şeriat ise Yahudilikten, Hıristiyanlığa ve Müslümanlığa kadar sürekli değişmiştir. Hatta Kur’an’daki nesih diye ifade edilen kavramla, yanlış bir yola sapıldığı ayrı bir fecaattir. Belki bugün gür seslerle bir anlayış geleneği nesih hakkında oluşmuş olsa da toplumların sosyo-kültürel yapıları değiştiği ölçüde şeri yasaların değiştiğini nasların tedriciliğinde de görmekteyiz.
Her ne kadar bunlar, klasik eserlerde nesih olarak ifade edilse de bu anlayış adeta bindiği dalı kesen ve sonra da düşen insanın durumuna benzemektedir. Oysa şeriat, her toplumun sosyal ve kültürel değişimine göre değişen ve tekâmüle ulaşan pratik yasalar anlamına gelmektedir. Yasalar da insanlar gibi ölürler, fakat ruhları ebedidirler. Ölen lafzi yasaları mumyalamak, toplumun terakkisine mani olabilir. Sonuçta topluma değer katmayan bu lafzi yasalar, zamanla yozlaşırlar. Aramızdan dargın bir şekilde ayrılıp giderler. Lafzı kalsa da pratikte esir düşerler. Âdeta toplumun geleceğine hıyanetlik etmişlerdir.
Din adeta ruh gibidir, ölümsüzdür. Desene insan ölse de ruhu ölmediği gibi şeriat yasasının lafzı ölse de ruhu ölmeyecektir. Öyle ki şeriatın ruhu, insanın ruhu gibi baki kalsa da insan bedeni öldüğü ve yeni insan doğduğu gibi sosyal ve iktisadi şartlar değişince şeriatın bedeni yani lafzı da insan bedeni gibi ölür, fakat insan gibi yeni bir ruhla yeniden doğması bir fıtrat kanunudur. Sonuçta insan ve yasa ölse de ruhları bakidir. Yeni insan ve yasa doğar ve belli süre yaşar ve ölürler, böylece her şey aktığı gibi sürekli tekâmüle koşulmaktadır. Bu tekamül, bir fıtrat kanunu ve bir fıtrat yasasıdır.
Özel olarak Peygamberimize gönderilen vahiy insanlığın genel anayasal ilkelerini oluşturur. İnsanlara verilen akıl vahyi, sürekli yenilenir. İnsan ölür, doğanlarla akıl vahyi sürekli yenilenir. Vahiyle aklı vuruşturan, akılcılar ve nakilciler gibi beyinlerine virüs bulaşmış insanlar, dün olduğu gibi bugün de oldukça yaygındır. Aklı olmayanın dini de yoktur. Aklı küçümseyen veya nakli görmezden gelenler, akıl çapı dar ve bakışı bulanık insanlar, dar ve dik açı problemlerini çözse de geniş açı problemlerini, dar ve dik açı gibi çözmeye çalışsalar da kurallar ve yasalar değiştiğinden, hep hata yaparlar.
Keza bunlar, gelişen matematikten, istatistik ve geometriye geçişi kavrayamamış, doğan yeni şartları ve dalga boylarını dikkate almayan, bilime saygısı olmayan insanlar gibidirler. Bu insan tipleri, tarihten günümüze terakkiye hep mani olmuşlar, şeytanın askerliğini de yapmışlardır. Binlerce düşünen insanları kıt akıllarıyla öldürmüşler, terakkiye mani olmuşlardır. Sosyal gerçekliğe kâfir olmuşlardır. Ancak tarih bu insanların düşünce ve bilime attıkları imzalarla, insanlık, bunların yaktığı ışıklarla hayatta yeniden yol almış olunduğunu bize göstermektedir.
İşte tarihte Ebu Hanife, İbn Rüşd, Farabi, İbn Tufeyl, Sokrates, Eflatun, Aristo, Galile gibi binlerce bilginin çektikleri ibret tabloları ortadadır. Kur’an'da onlar bir ışık görseler çullanıp söndürürler, babalarımızı ve atalarımızı biz bu yolda gördük derler gibi ayetlerin kendilerine yönelik olduğunu dahiç düşünmezler.
Oysa kavramlar ve yasalar ölür fakat ruhları da bakidir. Öyle ki bugün amaca yönelmiş kavramsal araçlarla kuşatılmış ve kutsanmış bir zihinlerin iflasını görmekteyiz. Bu insanlar kendilerini kandırdıkları gibi müntesiplerini de bir bataklıktan diğerine sürükleyip durmaktadırlar. Önce ilkelerimizi belirleyip onlara iman etmemiz gerekmektedir. Kurtuluşun yolu da buradan geçmektedir. Yoksa bir gün gelir dövülecek dizimiz de kalmayacaktır.
Ne yazıktır ki bugün de bu kavram dövüşü, halen sürmektedir. Bu kavramlar dövüşü, Müslüman toplumlarda maddi savaştan daha büyük yaralar açmıştır. Bu konu adeta ihtilaf konusu olmaktan çıkmış, iftirak konusu haline dönüşmüştür. Yazılan lügatlerle bu sinsi sosyal siyasetle hedefledikleri iftirakı sağlayacak tefrikaya ulaşmış gözükmektedirler.
Müslüman birey ve toplumların bu hale düşmelerinin sebepleri araştırıldığında en önemli savaşın kavramlar savaşıyla lügatler üzerinde yapıldığını görmekteyiz. Tekfir dahil başka düşman aramamıza gerek kalmayacak kadar derin yaralar açmışlardır. Bu sinsi sosyal politika oyununa maalesef aklını kullanmayan taklitçi masum Müslümanlar da padişahım çok yaşa naralarıyla tempo tutmuşlardır. Saygılarımla. Prof. Dr. Hadi Sağlam