İcma nedir? İslam’daki yeri?

İcma sözlük anlamı, birleştirmek, derleyip toparlamak, azmetmek ve fikir birliği yapmak demektir. İslam âlimleri Kur’an ayetleri ve İcma’ ya dayanarak fıkıh usulünün temellerini, esas ve kurallarını oluştururlar.

İCMA DEĞİŞMEZ BİR ARAÇ MIDIR?

Uslul-ü fıkıh’ta da naslarda olduğu gibi katî ve zannî ayrımı yapılmıştır. Bu usul-ü fıkh’ın değişmeye açık veya kapalı alanın belirlenmesi de önemli bir konu olsa gerektir. Hatta öyle ki usul-ü fıkh’ın delaletinin katî olduğu alanlarda, içtihat yapılamayacağı, zannî alanlarının ise içtihada açık olduğu ileri sürülür. Fıkıh usulünün ortaya çıkışı ve tarihsel gelişimi göz önünde bulundurulduğunda, bu ilimde de yenilenmenin fiilen yaşandığını, bilginlerin bu hususu eserleriyle ve görüşleriyle ortaya koyduklarını söylemek mümkündür.

 Fıkıh usulünün temelleri, başka bir ifadeyle fıkıh usulünde katî kabul edilen esas ve kuralları, İslâm âlimlerinin katî nas ve icmâ’ya dayanarak tespit ettikleri hususlardır. Kur’an, sünnet ve bunlara dayanan icmâ’nın katî hüccet oluşu gibi hususlar, fıkıh usulünün ve fıkıh füruunun belli ölçüde sabit ve değişmez olmasını gerektirmiştir.

Kur’an ve Mütevâtir sünnetin delil olduğu genellikle kabul edilir. Katî icmâ ile kastedilen şey aslında Kur’an ve mütevâtir sünnetle sabit olan hükümlerin, nesilden nesile intikal ederek ümmet tarafından herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde bilinip uygulanmasıdır. Meselâ temel dini emirler ve yasaklar, kesin helaller ve haramlar, zaruriyyat-i diniyye diye tabir edilen hükümler, esasen İslâm ümmetinin Hz. Peygamber döneminden itibaren üzerinde ittifak ettiği ve nesilden nesile aktarılarak gelen hükümlerdir. Bu ayrım iyi yapılamaz ve başka alanlara taşırılırsa, İslam hukukunun yürürlüğüne mani olunabilir.

Bu meyanda icmâ’nın en önemli fonksiyonu, Kur’an ve sünnette yer alan ve hüküm bildiren lafızların anlamlarının katileştirilmesi ve artık bu konuda ihtilafa mahal olmadığını tespit etmektir. Bu üç temel kaynakla sabit olan hükümler, ister usul, ister füru alanına ait olsun İslâm’ın değişmeyen ve yenilenmeye kapalı olan özüdür. Bu hükümler, nassın sübut ve hükme delaleti  katî alanı olduğundan değişime kapalı olduğu söylenebilir.Bu konuda din ve şeriat ayrımı yapanlar farklı metodoloji benimserken; din ve şeriat ayrımı yapmayanlar, din alanında bir değişim olamayacağı, şeriat / hukuk alanında illetin değiştiğinden, hükmün de değişmesi gerektiğini savunurlar.

Din kardeşliği nedir? Mülkün sahibi kimdir? Din kardeşliği nedir? Mülkün sahibi kimdir?

Bu bağlamda, nassın hükme delaletinin katî alanı olan özünün değiştirilmesine yol açacak bir yenilenme faaliyeti, her ne ad altında olursa olsun kabul edilmemelidir. Bu tür değişim, bir bidat olarak kabul edilir. Dolayısıyla fıkıh usulünde yenilenmenin sınırları, bu özün korunmasını sağlayan sınırlar olsa gerektir. Bu şekilde davranılmadığı takdirde, zamanla nassın hükme delaletinin katî hükümleri de teker teker ortadan kalkması ve gitgide en temel hükümlerin bile tartışılır hale gelmesi kaçınılmaz olabilir.

İcma kavramı, naslarda doğrudan yer almamakla birlikte,icmâ kavramına dolaylı olarak atıfta bulunulması, konunun müçtehitler arasında pek çok tartışmayı da beraberinde getirdiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden bir kısım bilginler, icmâ’yı kabul etmemişlerdir. İcmâ kavramı hakkında yapılan tanımları esas alan bilginlerin bazısı, “müçtehitlerin ittifakı” kavramı yerine “ulu’l-emr” kavramı koyarken; bir kısmı da Müslümanların / ümmetin icmâ’sının esas alınması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Bilginlerin icmâ kavramına yükledikleri manalara göre, anlam verdikleri anlaşılmaktadır. İcmâ’nın hatadan uzak olması savına dayananlar, “ulu’l-emrin” icmâ’sının hatadan hâli olmayacağından hareketle, bütün müçtehitlerin ittifakının aranması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu ilişki adeta mütevâtir ve meşhur hadislerle, ahad hadisler arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Oysa icmâ karar almak anlamında kullanılmıştır.

İcma’nın hukuki dayanağı, dolaylı yollardan nas gibi görülse de, asıl olarak aklın bireysel akıldan daha otorite sayıldığıdır. Hiç kuşkusuz ortak aklın kararının, bireysel akla tercih edilmesi işin doğası gereğidir. Zira ortak akıl(ehlisünnet yöntemi), klasik kaynaklarda icmâ kavramı ile ifade edilirken; bireysel içtihatlar için ise kıyas kavramı kullanılmıştır. Sonuçta bilgi kuramı olarak her birinin, zann-ı galibe dayanması, odak noktasını oluşturmaktadır.

Bu iki yöntemden her biri,dini sabite değerlerden olan naslardan hüküm istinbatında, hükmün amacına yönelik akıl yürütme, gerçeği ortaya çıkarma mücadelesidir. İstinbât edilen bu değer yargıları, bilimsel veriler, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik durumlar da, bu değer kavramına işlerlik kazandırmaktadırlar. İslami araçlardan elde edilen bu değer yargıları, birey ve toplumların problemlerini çözdükleri ölçüde, onlara huzur ve barış sağlayacakları oranda yürürlük sağlarlar.

 İslami araçlardan elde edilen bu değerler, birey ve toplumların problemlerini çözdükleri ölçüde onlara huzur ve barış sağlarlar. Bu değer yargıları, birey ve toplumların problemlerini çözemediği sürece, lafzi olarak yürürlükte kalsalar da, pratikte zaten ayrılmışlardır. Desene naslardan üretilen değer yargıları, birey ve toplumların barışına imkân verdiği oranda kabul görüp yürürlüğü sağlanmaktadır. Aksi taktirde ruhu ölmüş beden gibi var olurlar. Tarihin belli dönemlerinde müçtehitler, dönemlerinin koşullarına uygun, değer yargıları üretmişlerdir. Bunda da çok başarılı hizmetler vermişlerdir.

Bu değer yargılarının günümüz dünyasına ışık tutacağı, projeksiyon görevi yapacağı kuşkusuzdur. Her kazanılmış tecrübe birikimi, tekâmülün sağlanmasına, katkı sağlayacaktır. Ancak zaman ve koşulların yeni imkânlar ve fırsatlar doğuracağı da kuşkusuzdur. Sosyal hayatta meydana gelen bu değişmeleri, hukukçuların yeniden ele alması, her şart ve zeminde ortaya çıkan problemlere müdahale etmesi de kaçınılmaz görünmektedir. Her bir olay, de facto dünün aynısı olması düşünülemez.

Sosyal olgular, kendi şartlarının ürünüdür. Bunun için sosyal olaylar ve sosyal olgular, sosyal hukuk normlarının sürekliliğini tetiklemektedirler. Bir sosyal hukuk normu, ilkesel bazda varlığını devam ettirse de, çoğu kez mahiyet farkı bulunmaktadır. Şekilsel bir takım benzerlikler bulunsa da, mahiyet olarak farklılık bulunması kaçınılmazdır. Onun için sosyal hayat boşluk kabul etmez ilkesi, bir deyim haline gelmiştir.

Tecrübeler bizlere bunu göstermektedir. İcmâ kavramının literal anlamda tartışılması, mahiyeti ve işlerliği konusunda ciddi endişeler doğurmuştur. Zaman zaman kutsal metin aracı konumuna da yükseltilmiştir. Tarihin bir döneminde, zannî alanda yapılan icmâlar yani alınan ortak kararlar zamanla statik bir yapı kazanmış olduğu da anlaşılmaktadır. Birlikte yaşam araçlarından biri olan icmâ aracı, zamanla hükme delaleti katî nas gibigörülmesi, bu araçta yenilenme sağlanamamıştır.

İcma vardır diye öne sürülen pek çok konuda tartışmaların varlığı halen sürmektedir. Zira icmâ edilen konu ile hayat arasında ciddi kopukluklar olmuştur. Oysa toplumsal hayat devam etmektedir. Günümüzde ya ittifakla ya nitelikli çoğunlukla ya da salt çoğunlukla ilkesel olarak icmâ kavramına yürürlük ancak sağlanabilmiştir. İcmâ’nın alanını daraltanlar olsa da pratikte hayatın her alanında kendini göstermektedir.  Yoksa icmâ ütopik bir kavram olarak kalmaya mahkum edilmiş olabilir. Saygılarımla. Prof Dr Hadi Sağlam

Editör: Mehmet Yaşar Çiçek