İdeolojik fanatizm ilacı nedir? İslam’da devlet nedir?
İslam dini, zaten barış dinidir. Topyekûn sulh ve selamete giriş dinidir. Klasik dönemdeki tevhit anlayışı, günümüzdeki sosyal güvenlik anlayışı gibidir.
SOSYAL BARIŞIN SİLAHI, TEVHİDDİR.
İslam dininin temel inanç ilkesi olan tevhit konusunu bir haftadır kaleme almaya çalıştım. Bu ilkelerde birleşemediğimiz sürece, bu kaosun devam edeceğine inanıyorum. Bu ilkeler nasların bize bütüncül yaklaşımından çıkan anayasal üst normlar niteliğindedir. Bu üst normlara iman edilmediği, pratiğe yansıtılmadığı sürece, cenazemiz kalabalık, kefenimiz kaliteli olsa da bizlere fayda sağlamayacağını bilesiniz.
Bilindiği gibi bugün her grup veya alt kimlikler adeta fanatikleşmiştir. Fanatik grup aidiyeti saplantı haline gelmiştir. Adeta bilgiye açık zihin yapısı kapatılmıştır. Şartlanma ve koşullanma ile akıllar da imha edilmiştir. Bu tür kolektif narsis ve körü körüne bağlı insan ve grup tiplerinin tevhidi kabul etmeleri kolay olmayacaktır bilesiniz. Sözde tevhidi kabul etseler de özde tevhidi inkâr edeceklerdir. Tevhidi inkâr ettiklerinin bilincine bile varamayacaklardır. Biz atalarımızdan ve babalarımızdan böyle gördük diyeceklerdir.
Bu aşırı kendisini beğenen ve kendi grubundan başkasının haklı olmadığına inanan bir toplumun, tevhidi anlaması elbette zor olacaktır. Birey ve toplumlar ideolojik olarak fanatikleştikleri ölçüde gerçeği yakalamaları da mümkün olamayacaktır. Bugün de ideolojik fanatizmin tehlike boyutuna gelmiş olduğu anlaşılmaktadır. İdeolojik fanatizmin ilacı da tevhit akidesidir. Zira sosyal hayatta kıblesi Kâbe olanların barış silahı tevhittir bilesiniz.
İSLAM VE SOSYAL BARIŞ
Öyle ki kıblesi Kâbe olanlar, zaten de barışçıdırlar. İslam dini, zaten barış dinidir. Topyekûn sulh ve selamete giriş dinidir. Klasik dönemdeki tevhit anlayışı, günümüzdeki sosyal güvenlik anlayışı gibidir. Tevhit, sadece kendisini kurtarma dini değildir. Tevhit, sadece iç hukukumuzu tanzim eden bir anlayışta değildir. Tevhit, hem iç hem de dış hukukumuzu tanzim eden bir anlayıştır. Ancak farklı kültürlerle karışan İslam’ın cahiliye adetleri, çoğu kez İslam gibi takdim edilmiştir. Tevhit dinine inanan bir insanın, inandığı değerlerle yaptığı bir sözleşme bulunmaktadır. Öyle ki ibadet hayatındaki namaz bile adeta tevhide teslimiyetin altına beden diliyle atılan bir imza mahiyetindedir. Adeta tevhidin toplumsal sözleşmesinin kabulünün imzası gibidir.
Yeryüzünün bütününün mescit olmasının hikmetini anlamamız da gerekmektedir. Tarihte tevhidin uğruna nice canlar verilmiştir. Abdullah ibn Mesut, Tevhid uğruna dayak yediği halde mutlu olmuştur. Cahiliyenin yüzüne tükürmek, iman meselesi yapılmıştır. Tevhit uğruna Hz. Peygamber ve ümmeti, Mekke’den kovulmuştur. Medine site devleti kurulmuştur. Medine site devletinin temeli, tevhit suyuyla yoğrulmuştur. Tevhit uğruna ne çileler çekilmiştir. Tevhit uğruna kimi saçlar ağarmıştır. Eğitimlerini çilelerle tamamlamışlardır. Çilelerin eğittiği bir toplumun önünde hiçbir güç duramaz bilesiniz. Tevhit uğruna hicret edilmiştir. Tevhit uğruna canlar verilmiştir. İslam güneşi, tevhitle yeniden doğmuştur. İnsanın diyesi geliyor ki neden saçların beyazlamış arkadaş…!
DEVLET VE VATANDAŞ ARASINDAKİ DENGE
İslam’ın tevhit ilkesi, devlet ile vatandaşı arasında dengenin, tevhidini de kurmayı hedeflemiştir. İslâm, idare hukuku alanında insanlığa, anayasal mahiyetli evrensel ilkeler önermiştir. Bu ilkeler, özgürlük, sorumluluk, adâlet, emâneti ehline vermek ve şûrâ olarak belirlenmiştir. Kur’ân, yöneten ve yönetilenler arasında âdil bir düzen kurmayı emretmiştir. Keza Kur’ân, idari görevleri emânet görevler sayıp bu görevlerin tesliminde emânetin ehline / liyakatli olan insana verilmesini de emretmiştir. Bu emirler, anayasal mahiyetli, üst norm niteliğinde emirlerdir. Bu anayasal mahiyetli emirleri ihmal ve ihlal edenler, Kur’an’ın yasal düzenlemelerini yerine getirseler de anayasal normlarını çiğnediklerinden kendilerinin bu ibadetleri de kabul edilmeyecektir bilesiniz.
Bu bağlamda tevhit düzeninin sağlanması konusunda Kur’ân, “adl” ve “kısd” kavramlarını kullanmıştır. İslam idare hukukunun yönetim şeklinin genel çerçevesi böylece çizilmiştir. Bu genel çerçeve, yönetim hukukunda üst norm niteliğinde olup bu ilkelerin ihlali anayasal bir ihlal ve ihmali sayılmıştır. Bu ilkelerin pratik hayata yansıtılmaması, anayasal ilkemize yani tevhidi ilkemize bir isyan hareketi kabul edilmiştir.
Bütün devletler, anayasalarında, temel hak ve özgürlükler adı altında eşit haklardan bahsetmişlerdir. Bu haklar pratiğe yansıdığı ölçüde, anayasaların ve tevhidin ilkelerinin icrası da ancak mümkün olabilecektir. Aksi takdirde sosyal ve idari hayatımızda adl ve kısd adaleti pratikte uygulanmazsa; birbirimizin yüzüne de bakamayız. Vicdanlarımızı kanatırız. Bu bağlamda Kur’an’ın işaret ettiği “adl" adaleti ile "kısd" adaleti kavramlarını derhal birbirinden ayırmalıyız. Pratiğimize de yansıtmalıyız.Bu kavramlardan adl adaleti, anayasal eşitlik haklarını ifade ederken, kısd adaleti ise idari görevlerde liyakatin esas alınması gerektiği anlaşılmaktadır.
اِنَّاللّٰهَيَأْمُرُبِالْعَدْلِ
İNSAN HAKLARI ALANI
Kur’ân-ı Kerîm’de tevhidin eşitlik adâleti, "adl" terimi ile ifade edilmiştir. İnsan hakları alanı; eşitlik adâlet alanı kabul edilmiştir. Eşitlik adâleti alanının istisnası da bulunmamaktadır. Dil, din, cins, ırk ayırımı yapılmaksızın bütün insanlar arasında, insan hakları açısından, tam bir eşitlik sağlanmaya çalışılmıştır. Adâlet, bireylerin kanun önünde ve mahkeme kararlarındaki hükümlerde eşitlik anlamına da gelmektedir. Adl adaletinde objektif kriterler esas alınmalıdır. Sözlü mülakatlar yapılarak duygusal bir haksızlığa imkân verilmemelidir. Bu bağlamda anayasal bir hakkın ifasında, haksız ve onur kırıcı sözlü mülakatlara son verilmelidir.
Keza adl adaleti, can, düşünce, inanç, nesil, mülkiyet, eğitim gibi haklar eşitlik ilkesi gereği adl adâletinin kapsam alanındadır. Herkes, dil, din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olduğu ilkesi benimsenmiştir. Adl adalet gereği hiç bir kişiye ve zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınması düşünülemez. Bu adaleti uygulama konusunda devlet, adil bir hakem konumundadır. Devlet ile vatandaşları arasında objektif kriterlerin denetimi ve gözetimini yapar. Bu adalet ilkesi gereği, devlet organları ve idari makamları bütün işlemlerinde, kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduğu da anlaşılmaktadır.
اِنَّاللّٰهَيُحِبُّالْمُقْسِطٖينَ
LİYAKAT VE ORAN ADALETİ
Kur’an’da kısd adalet anlayışına gelince, genellikle; istihkak, liyakat ve oran adâleti de denilen bu kavram "kısd" terimi ile ifade edilmiştir. Kısd adâleti, daha çok emânet görevler olan, devlet görevleri için kullanılan bir kavram olmuştur. “Kısd” adâleti söz konusu olduğunda, mutlaka hak edilen bir görevden söz edilmiştir. Bu görevler emânet görevleri olup liyakat esasına dayanmaktadır. Devlet görevlerinde liyakat anayasal bir emirdir. Bu anayasal tevhidi emrin ihlali ve ihmali, toplumun terakkisine mani olmak demektir. Bu tür atamalar, Hz. Osman döneminde olduğu gibi felaketlere de yol açabilir. Ehliyetsiz, yakın eş ve dostların atanması, çıkar ve menfaat bölüşümünü de beraberinde getirebilir. Öyle ki kurumlarda klasik dönem ganimet anlayışına da son verilmelidir. Hukuk devleti anlayışına geçilmelidir. İşi bilen müşrik de olsa, işin bilene verilmesi ilkesi esas alınmalıdır. Aksi takdirde milletin geleceği tehlikeye düşebilir.
Desene kısd adaletinde, sözlü mülakat ise zorunludur. Zira bu adalet türünde liyakat ve temsil yeteneği bulunmaktadır. Bu atamalarda anayasal tevhidin liyakat esası temel alınmazsa, milletin geleceğinin terakkisine set çekilmiş olunabilir. Fitne ve fesada imkân verilmiş de olabilir. Devlet anlayışının yozlaşmasına sebep de olunabilir. Bu ilkenin pratiğe sokulması da ancak hukukun üstünlüğü ilkesine inanmakla mümkün olabilir. Hukuk devletlerinin yapısı, bu iki tür adalet anlayışının icrasından geçmektedir. Adl ve kısd adalet anlayışı savsaklanırsa; vicdanlar kanatılır, vicdanlarda ne duygu ne de sevgi bırakmış oluruz. Belki de duyguları isyan veya nefret ettirmiş de olabiliriz.
اِنَّاللّٰهَيَأْمُرُكُمْاَنْتُؤَدُّواالْاَمَانَاتِاِلٰٓىاَهْلِهَاۙ
DEVLETİN MALI MİLLETİN MALI GİBİDİR
Bu emanet görevler, devlet görevleri olup en titiz davranılması gereken alanlardır. Devlet malı sorumluluğu âdetavakıf malı gibi dikkat edilmelidir. Devletin malı, milletin malı gibidir. Milletin malı üzerinde, kendi malınız gibi özgür olamayız. Devleti temsil eden bu makamları ganimet sayıp kendi çiftliğimiz gibi kullanamayız. Bu kurumlar,halka hizmet için vardır. Bu kurumlarda aşiret ve kabile anlayışına imkan verilmemelidir. Bu idari görevlerde olanların sorumlulukları dadejenere olmuşsa, tuz kokmuş demektir. Sorumluluk alanlar, kendilerine uykuları bile haram kılan kimseler olmalıdırlar.
Öte yandan tarih boyunca hâkimiyetin kaynağı, meşruiyeti ve kime ait olduğu hep tartışıla gelmiştir. Binaenaleyh İslâm’ın yönetim hukukuna getirdiği bu temel ilkeler, önerdiği yönetim şekli, siyasi rejim ve Peygamber (sav) izlediği sosyal siyaset tarih boyunca hep merak konusuolmuştur. Bu merak konusu hakkında birkaç cümleyi analiz etmeye çalıştım.
Devlet başkanı atanmanın meşruiyet kaynağını, tarihten günümüze ya ‘biat’ aracı ile halk ya da halkın seçeceği uzman kurul olan ‘ehlü’l hal ve’l-akd’den’ alınacak yetki oluşturmuştur. Bu sayede İslâm idare hukukunda, yöneten ve yönetilenler arasında yetki halktan alınmıştır. Sonuçta naslar, sorumluluk hukuku alanında yönetimde adaleti ve liyakati esas alarak bir tevhidi denge kurmaya çalışmıştır. Nasların önerdiği bu tevhit anlayışı, devlet ve vatandaş arasında adil bir düzen kuramadığımız sürece, kimi ağlarken; kimi de gülecektir bilesiniz. Kelimeyi şehadet getirerek imzaladığımız teslim olduğumuz tevhit sözleşmesine, iç hukukumuzda uysak da dış hukukumuzda uymadığımız, tevhit anlayışını pratiğe sokamadığımız sürece sosyal hayatta boşuna yorulacağımız da anlaşılmaktadır. Sonuçta Müslümanlar iç hukuklarının tanzimini gerçekleştirseler de dış hukuklarının tanzimini gerçekleştiremeyeceklerdir. Saygılarımla. Prof. Dr. Hadi Sağlam