Sünnet nedir? Nasıl anlaşılmalıdır?
Kur’ân’ı Kerim’den sonra İslâm hukukunun ikincil kaynağını da sünnet teşkil eder. Sünnetin sübut ve dalalet açısından çeşitleri vardır.
SÜNNET NEDİR VE NASIL ANLAŞILMALADIR?
Kur’ân’ı Kerim’den sonra İslâm hukukunun ikincil kaynağını da sünnet teşkil eder. Sünnetin sübut ve dalalet açısından çeşitleri vardır. Bu hususta “helal (beyyin) apaçık bellidir haram da (beyin) apaçık bellidir. Fakat ikisi arasında belirsiz olanlar (müştebihât) vardır” şeklinde rivayet edilen bu hadiste de (ayette olduğu gibi) iki alanın varlığına işaret edilir.
Hükümlerin açık (beyyin-katî) olan ile müştebih (şüpheli-zannî) olan iki temel ayırıcı unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Muhkem hadis ile müteşâbihhadis kategorilerinin hadis usulünde yer almış olması, hadis usulünde iki alanı dikkate aldığını gösterir. Bu iki alanın hükme delâleti konusunda farklılıklar vardır. Zira hadisin de sübutu katî, delâleti hükümlere katî olabileceği gibi zannî de olabilir.
Ayrıca yine hadisin de sübutu zannî hükümlere delâleti katî olabileceği gibi hem sübutu hem de delâleti hükümlere zannî de olabilir. Hadislerin sübutu ve delâleti katî olan hükümleri her türlü yoruma kapalı olduğu görüşü hâkimdir. Bunlar, manaları açık olan mütevâtir hadislerdir ki bu hadislerilafzîmütevâtir ve manevi mütevâtir olmak üzere iki kısma ayrılır. Buna göre mütevâtir sünnetin hükümlere delâleti zannî olmadıkça katidir.
Bu bağlamda şayet hadisteki lafzın birden fazla manaya delâleti yoksa yani tek manaya geliyorsa bu hadisin hükme delâleti kesindir. Ancak hadisin hükümlere delâleti zannî olanlar ise hadisin lafızlarının yorumlanmasında birden fazla manaya ihtimâlin bulunup bulunmaması yani çeşitli şekillerde tefsir ve tevil edilebiliyorsa o hadisin hükme delâleti zannîdır. Tevâtüren rivayet edildiği halde manaları açık olmayan mütevâtir ve meşhur hadisler de bu gruptandır. Sübutu katî hükme delâleti zannî olan haberi vahitler olabileceği gibi hem sübutu hem de hükümlere delâleti zannî olan manaları açık olmayan haberi vahitler de olabilir.
Kur’ân’a göre alt norm niteliğinde ikincil kaynak olan sünnetin genellikle üst norm niteliğindeki Kur’ân’ın hükümlerinin anlaşılması, uygulanması ve bu hükümlerin gerekçelerinden oluşur. Sünnetlerin; büyük bir kısmı Kur’ân’daki genel prensiplerin, genel düzenlemelerin (külli esasların) fiili tatbiki, örneklemesi, sözlü izah ve beyanı, hükümleri açıklamasıdır.
SÜNNET KUR’AN’IN YARDIMCISI
Bu bakımdan sünnet, Kur’ân’ın tamamlayıcısı ve yardımcısı konumundadır. Bu bağlamda sünnet, daha çok bu üst normun uygulamalarının pratiğe yansımasının bir göstergesi durumundadır. Yani sünnet bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyen pratik normlar içermektedir. Bu normların bir kısmının toplumu düzenleyen uygulamaları içeren yasa mahiyetli pratikler olduğu söylenebilir. Bu tür hadisin de teşri ifade ettiğinden dolayı yasa mesabesinde olduğu kabul edilebilir. Bu bağlamda sünnet,
Kur’ân’ın müphem ve mücmellerini açıklar; onun âmm hükümlerini tahsis, mutlak hükümlerini takyid eder. Ayrıca sünnet Kur’ân’da olmayan bir kısım hükümler de koyabilir. Hadislerin büyük bir kısmının ayrıntıya inmesi teşri kaynağı olmaktan çok Kur’ân’daki genel prensiplerin anlaşılmasına yardımcı olmak için daha çok uygulama mahiyetinde bir konum arz eder.
Sünnetin fonksiyonunun sadece Kur’ân’ı açıklama ve Kur’ân hükümlerinin uygulamasını örneklendirme ile sınırlı tutulması veya Kur’ân’ın yanında ikincil ve müstakil bir dinî hüküm kaynağı sayılması konuları da âlimler arasında tartışmalıdır. Ancak İslâm âlimleri arasında Hz. Peygamberin sünnetine uyma onu delil ve örnek alma konusunda görüş ayrılığı mevcut olmayıp ancak zamanın şartlarına göre sünnetin nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği konusunda farklı anlayışlar bulunmaktadır.
Sünnetin teşrideki yerini belirlerken Peygamberimizin dine ait tasarruflarıyle dine ait olmayan tasarruflarını birbirinden ayırmamız gerekir. Bu bağlamda Rasulullah’ın, Peygamberlik sıfatıyla söylediği sözler, yaptığı işler ile devlet başkanı, kaza, iftâ, teşrî, irşad durumu yanında toplumun bir ferdi olarak söyledikleri ve yaptıkları arasında da belirli bir ayırımın yapılması gerektiği açıktır.
Bu özel norm niteliğindeki tasarruflarına birkaç örnek vermek gerekirse Hz. Peygamber: “Yolları yedi zira’ (bir zira’ 75–90 cm uzunluk ölçüsü) olarak yapınız” başka bir hadiste ise “Yol konusunda görüş ayrılığına düşerseniz, genişliğini yedi zira’ yapınız” buyurmuştur. Hz. Ömer Basra ve Küfe şehirlerini kurarken ana cadde ve sokakların dokuz zira’ genişliğinde yapılmasını emretmiştir. Burada Hz. Ömer’in Allah’ın elçisinin hadisini lafzıyla değil manasıyla ve zamanın ihtiyaçlarını dikkate alarak yorumladığı görülmektedir. Yedi lafzı hass bir lafız olup delâleti katî olmasına rağmen zamanın ihtiyaç ve şartları dikkate alınmıştır.
Yine Peygamberimiz (sav), kişilerin durumuna göre fetvâ verdiği bilinmektedir. Nitekim Hz. Aişe (r.a) (ö.58/677) rivayete göre Allah elçisi oruçlu iken eşini öper ve ona sarılırdı. Ebu Hüreyre şöyle der: “Hz. Peygamber’e yaşlı bir adam gelip oruçlu iken eşiyle cinsi temas dışında ilgilenip ilgilenemeyeceğini sordu. Hz Peygamber ona bunu yasaklamadı. Başka bir defasında aynı soruyu genç birisi sorunca olumsuz cevap verdi.” Görüldüğü gibi Peygamberimiz hüküm verirken şartları ve özel durumları dikkate almıştır.
“DÜNYA İŞLERİNİ SİZ BENDEN DAHA İYİ BİRLİRSİNİZ”
Peygamberimizin toplumun bir ferdi olarak beşeri yönünü ilgilendiren rey ve tasarrufları da vardır. Hz. Peygamber (sav), ticaret işinden anlardı, fakat o tarımla uğraşmamıştır. Medine’ye hicret edince insanların hurmaları aşıladıklarını görmüş ve bunun yarar sağlamayacağını düşünerek, aşılanmazsa daha iyi olacağını söylemişti. Aşı yapmayanların iyi ürün almaması üzerine “Ben bir zanda bulunmuştum. Bundan dolayı beni sorumlu tutmayın. Dünya işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz” buyurmuştur.
Yine Hayber’in fethedildiği günün akşamı askerler ateş yakıp et pişirirken Allah’ın elçisi evcil eşek eti pişirdiklerini öğrenince şöyle buyurmuştur: “Etleri dökün ve kazanları da kırın”. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Ey Allahın elçisi, etleri döküp kapları yıkasak olmaz mı?” diye sorunca “Öyle yapın” buyurdu. Burada sahabenin gösterdiği daha güzel öneri kabul görmüştür.
Aynı şekilde Bedir gazvesinde suya uzak bir yere konaklamak isteyince sahabe’den biri şöyle dedi: “Ey Allahın elçisi bu kendi görüşün mü yoksa vahye dayalı bir hüküm mü”? Hz Peygamber, “Reyimdir” deyince sahabe “öyle ise su yakınına konaklamamızı uygun bulurum” dedi ve öyle yaptılar. Burada da sahabenin önerisini güzel makul bulunarak uygulamıştır.
Sonuçta sünnetin; üst norm niteliğinde değişmez temeli olan Kur’ân’a aykırı olmaması ve geçerliliğini de Kur’ân’dan alması gerekir. Bu bağlamda hadisin ise genellikle özel norm niteliğinde günümüzdeki ifadeyle “kanun-tüzük ve yönetmelik mahiyetli” bireysel ve toplumsal pratikleri oluşturduğu da söylenebilir.
Yine Kur’ân ve sünnetin teşrî (hukuk) alanındaki genel normları hükme delâleti bakımından değişmez ilkeler kabul edilirken, nassların bu genel hükümlerinin birden fazla yoruma ihtimali bulunması, içtihat alanının ne kadar geniş olduğunu da göstermektedir. Ancak nassların özel normlarının, özel konumları gereği, toplumsal şartlara ve ihtiyaçlara göre değişebileceği anlaşılmaktadır.
Nassların her zaman ve mekânda duyulabilecek ihtiyaçlara uyum gösterebilecek ve İslâm hukukuna yürürlük sağlayabilecek esnek bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. İslâm dininin birincil ve ikincil ana kaynağını anlama ve yorumlamada belirli ilmi metotların takip edilmesi, bu kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikiminin, fıkıh kültür ve geleneğinin de göz önünde bulundurulması kaçınılmaz bulunmaktadır. Saygılarımla. Prof Dr Hadi Sağlam