Bazen düşünüyorum; ne günlere kaldık ya Rabbi? Herkesin her şeyden ve herkesten şikâyetçi olduğu zamanlara kaldık…

Adeta yaşam felsefesini şikâyet üzerine inşa eden bir topluma dönüştük… Herkes birbirinden şikâyetçi…
Karı- koca… İşçi- işveren… Öğrenci- öğretmen… Ebeveyn- çocuk… Müşteri- esnaf… Amir- memur… Cemaat- imam… Genç- yaşlı…
Evet, müşteki bir toplum olduk… Huysuz, huzursuz, doyumsuz, güvensiz bir gidişatın adeta nesneleriyiz…
Kronik şikâyetler, iflah olmaz marazlar, şükürsüz yaşamlar, doyumsuz nefisler…
Öyle ki; sorunlar çözme, çözüm üretme mevkiinde olan etkili ve yetkili kişiler de şikâyetçi…
Kimi kime şikâyet ediyorsun, diyemiyorsun… Bir şikâyet furyasıdır başını almış gidiyor…
Bazen diyorum ki, dostlar biz şikâyet etmekten başka bir şey bilmez miyiz? Acaba ha bire şikâyette bulunmakla sorumlulukları üstümüzden atabileceğimizi, günahın bizden gideceğini mi düşünüyoruz?
Hayır! Şikayetlerimizde haklı da olsak omuzlarımızdaki yükümlülük sakıt olmuyor… sürekli şikayet halleri sorunları çözmüyor, sadra şifa sunmuyor… Tam aksine problemleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor…
Şikayet kültürü insanımızı pasifize ediyor… Sadece şikayetle yetinen, sorumluluk almayan; çözümün değil sorunun parçası oluyor… Yük almıyor, yük olmaya devam ediyor…
Sanıyorum sürekli şikayet halleri nefsin bir tuzağı, şeytanın bir ağı olarak bizleri kuşatıyor…
Şikayet kültürü ile kendinizi sorunlardan ayrı tutuyor, adeta “benim hiç kusurum yok” demiş oluyorsunuz…
Aslında eleştirdiğimiz şeylerin bir parçası da biz değil miyiz? Neden iğneyi kendimize batırmıyoruz?
Kendimizi temize çıkarmanın ne alemi var? Yanlış gidişatı düzeltmek için neden bir dahlimiz olmasın ki?
Şikayet kültürünün girdabına düşmek beraberinde kasvet ve karaklık kulvarlarda kaybolmayı getirmez mi?
Evet; insanı pasifize eden, edilgen kılan bir ruh halidir. Kendimizi ayrı tutarak şikayet edince, kusurlarımızı örtbaS etmiş oluyoruz… Belki de işin kurnazlığına kaçmış oluyoruz. Bilelim ki; sorumluluklardan kurtuluş yok, kulluğun gerekliliklerini yerine getirme mecburiyetimiz var... Kusurlarımızı itiraf ederek, mesuliyeti yüklenmek zorundayız…
Düzeltmek için çırpınmak gerekirken sadece yakınıyor ve sızlıyoruz, kendimize yazık ettiğimizin farkında bile değiliz… Bir başkasına suçu yıkma peşindeyiz… İlerde büyük pişmanlık ve perişanlıkları sebebi bizatihi kendimiz oluyoruz…
Mevcud durumdan şikayetlenerek geleceğimizi karamsar görüyoruz… Üzerimize çöken kasvet ve gafletin bir nedeni de bu tutumumuz olsa gerek… Ruhumuzu tarumar eden marazi hal endişe verici boyutlarda seyrediyor. Umutla direnmek, taşın altına elimizi koymak yerine zamandan şikâyet ediyoruz, neden? Efendim ahir zaman… Adeta felaket tellallığı yapıyoruz… Bazen kaderden bile şikâyetçi oluyoruz… Kaderimize küsüyor, fıtratımızdan kaçıyoruz…
Ehli şükür olmamız gerekirken ehli şekva olduk… Yer yer haklı serzeniş, yerinde sitemlerimiz olabilir… Yerinde ve usülünce bir şikâyet beşeri bir haldir… Fakat işin aşırısı bizi şaşkınlaştırıyor…
Şunu asla unutmayalım ki; Efendimiz (sav) buyuruyor ‘’Dünya da rahatlık yoktur.’’ (Ahmed, Müsned)
Kusursuz, masum insan da yoktur… Hayatı böyle okuyacağız, sorumluluklarımızı kuşanacağız…
Tarihin bekleme salonunda beklemeden aksiyona geçeceğiz… Şikâyetler üreterek, kendimizi işin içinden sıyırıp konfor alanları oluşturmayacağız… Konfor ruhun bataklığıdır, diyor bilge adam…
Kıyamet kopuyor olsa da elimizdeki fidanı dikme derdinde olacağız… Yoksa şehid Şeyh Ahmed Yasin’in şikâyetinden nasıl kurtulacağız?
Gazzeli masum çocuklar yarın şikâyetlerini geri çekmezlerse Allah’a nasıl hesap vereceğiz?