DİKKAT...! ATALARIMIZDAN GÖRDÜĞÜMÜZE İNANIRIZ...!
قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاۜ اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـًٔا وَلَا يَهْتَدُونَ
Bilim yapmak, klasik bilgileri ezberlemek, tekrarlamak ve anlatmak değildir. Bu bilgiler zaten elde edilmiş, üretilmiş zihin malzemeleridir. Üretilmiş bu bilgiler, çağdaş cihazlarla zaten korunabiliyor, bu aletler, bilgilerin ezberlenmesinin, zihinde saklanmasının görevini yapıyor. Bu bilgileri akla almak ile cihaza yüklemek arasında bir fark yoktur. Bu bilgiler donuktur, işlevsel değildir. Bu bilgileri ya kasetçaların tuşuna basar dinlersiniz ya da birinin hafızasından nakledersiniz.
Bugün eğitimde bilgiye nasıl ulaşılır, hangi kaynaklara başvurulur, hangi yöntem takip edilir gibi araştırma tekinlerine yer verilmesi gerekir. Yoksa ezberci bir yöntemle, cihaz gibi düşünülen hafızalarla arada bir fark olmaz. İnsanlara robot gibi ezberci bir eğitim verilerek eğitmek son derece yanlıştır. Sorgulamayan neden, niçin ve nasıl sorularını sormayan bir yükseköğretim düşünülemez. Sorgulamayan bir eğitim, eğitim değildir bir öğretim olmaktadır. Öğretim, bir kişiye yeni bilgilerin aktarılmasıdır; eğitim ise insanlara tecrübe kazandırmaya yöneliktir.
Bildiğiniz gibi ilim var olan bilgi anlamını ifade eder. Bilim ise bu mevcut bilgi yardımıyla yeni araştırmalar ve üretimler yapmaktır. Bilim, bu bilinenden başka bir bilinmeyene ulaşmak için eylem ve yeni düşünceyi gerektirir. Düşünce ile düşünmek, ilim ile bilim, üreten ile üretmek arasında farkı iyi ayıramayan toplumlar, ya cehaletin tahsilini yaparlar ya da çağdaş uygarlık seviyesini bu bilimle aşarlar.
Bilgi bu yönüyle bilgi durağandır, ancak hareket ettirme, ateşleme gücü vardır. Bilim ise araştırma, kanunları işletme yeteneği, işlemdir, eylemdir, üretimdir, fiildir. Düşünce düşünülmüş, ortaya konulmuş olandır. Düşünme ise bir eylemdir, bir işlemdir, bir fiildir. Biri isim, biri fiildir. Biri teori, bir diğeri pratiktir. Ayrıca ezbere dayalı bir bilgiye sahip olanlar ancak o bilginin hamallığını yapmış olurlar. Desene ilim adamı ile bilim adamı farklıdır. Bugün yapılan çalışmalar malumu tekrardan öteye geçmemiştir. Malumu tekrar bilim değil ilimdir.
“Mevridi nasta içtihada mesağ yoktur” genel ilkesi bilginler tarafından çok farklı yorumlanmıştır. Klasik eserlere bakıldığında nas merciinde içtihat olmayacağına vurgu yapılmıştır. Dolayısıyla avam anlayışında Kur’an’ın ve Sünnetin bütün nastır. O halde nastan, Kur’an ve Sünnetle bir hüküm gelmişse, o hükümde içtihat yapılamayacağı gibi bir durum anlaşılmaktadır. Bu hüküm doğrudan olabildiği gibi dolaylı da olabilir.
Bilindiği gibi İslâm dininin ve onun dini (şer’i) hukukî hükümlerinin aslî kaynakları Kur’an ve Sünnettir. Nasların sübutu katî, delâleti hükümlere kati olabileceği gibi zannî de olabilir. Nasların sübutu ve delâleti katî olan hükümlerinin her türlü yoruma kapalıdır. Bu bağlamda şayet naslardaki lafzın birden fazla manaya delâleti yoksa yani tek manaya geliyorsa bu nassın hükme delâleti kesindir. Ancak nassın hükümlere delâleti zannî olanlar ise nassın lafızlarının yorumlanmasında birden fazla ihtimalin bulunup bulunmaması diğer bir deyişle birden fazla manaya açık olup olmayışına yani çeşitli şekillerde tefsir ve tevil edilebiliyorsa, o ayetin hükme delâleti zannîdir.
قَالُوابَلْوَجَدْنَاآبَاءنَاكَذَلِكَيَفْعَلُونَ “Nas olan yerlerde içtihat yapılamaz” genel ilkesi, şu şekilde anlaşılmalıdır: Nas olan konuda demek, o konuda sübut ve delaleti kati olan naslar kastedilmiştir. Bu yüzdendir ki, İslâm hukuk literatürü tetkik edildiğinde, nasslar, muhkem ve müfesser ayetler dışında üzerinde ihtilaf vâki olmamış konu neredeyse yok gibidir. Akademik bakış açısına göre nasların hükme delaleti, ya nassı katî veya nassı zannî yani içtihat alanı diğer bir deyişle ya yakın veya zan alanı gibi farklı taksimatlar yapılmıştır.
بَلْقَالُواإِنَّاوَجَدْنَاآبَاءنَاعَلَىأُمَّةٍوَإِنَّاعَلَىآثَارِهِممُّهْتَدُونَ Sonuçta bu taksimat, müçtehidin içtihat yapabileceği alan ile içtihat yapamayacağı alanı ifade etmektedir. “Mevridi nasta içtihada yer yoktur” genel ilkesinden sübut ve delaleti katî olan alanlarda içtihada yer olmadığı anlaşılmalıdır. Bu alanların ekserisi nassların evrensel değerleri ile ilgilidir. Bunlar ya insanlık için genel geçer değerlerdir ya da Müslümanlar için genel geçer değerlerdir. Bu sübut ve delaleti kati olan nasların müçtehitler tarafından fikir birliği yapıldığı konular da bulunmaktadır ki, bunlara icma denilmektedir. Bu tür icmalar Müslümanların genel geçer değerleri olup, inkârı küfrü gerektirir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi… Bu konuda sübut ve delaleti kati nas olduğu için içtihada yer olamayacağı da açıktır.
Ancak nassın zannı olan nasların içtihat alanları bulunmaktadır ki bu alanlarda müçtehitler farklı farklı içtihatlar yapmışlardır. Naslardan hareketle birden farklı içtihatlar ve yorumlar yapmışlardır. Çünkü bu naslarda birden fazla yorum yapılabilecek durumlar söz konusudur. Öte yandan içtihatlar, yasal norm konumuna yükseltilirse bağlayıcı olur. Aksi takdirde hiç bir içtihat şeriat / nas / yasa değerine ulaşamaz. Nas / şeriat/ yasa konumuna yükseltilirse yani maddi norm ile bağlayıcı hale getirilirse, bu yasalaşmış norm için de “mevridi nassta ictihadamesağolmamaz.” Çünkü içtihat bağlayıcı konumuna yani nas konumuna yükseltilmiştir. Bu bağlamda nasları anlama, yorumlama bir kültür ve metodolojiyi gerekli kılar. Müçtehitlerin zanni alandaki nassları anlamak için yaptıkları içtihatlarda, özellikle hukuki alandaki illetin değiştiği naslarda, her çağın değişen koşullarına göre yeniden içtihada ve yorumlanmaya müsaittir. İslam dininin bütün çağlara hitap etmesi bu esnek yapısından kaynaklanmaktadır.
Bir içtihadın maddi norm haline yani yasa / nas haline yükseltilirse hepimizi bağlar. Maddi norm haline getirilen yasa / nas konumuna yükseltilmiş olduğundan; bu zanni içtihat geçerli ve yürürlükteki yasa kabul edildiğinden yani normlaştırıldığından bağlayıcı olmaktadır. Bu bağlamda nas değerine yükseltilen içtihadın, bağlayıcılığı konusunda yeniden içtihada yer yoktur. O yasaya / nassa uymak vardır. Keza herhangi bir içtihatla hüküm kuran veya kendi içtihadıyla karar veren kadı, aynı konuda başka kadının içtihadi hükmü önceki kadının içtihadi hükmünü nakz edemez. Bu bağlamda içtihat içtihadı nakz da olunamaz. Kadıların her birinin farklı içtihatları benimsemesi ve hüküm kurması nas gibi bağlayıcı kabul edilir, bu iki kararın birbirini nakz etmeyeceği, bu hükümler de nas gibi bağlayıcı kabul edildiğinden içtihada yer olamayacağı anlamını taşımaktadır.
Sonuçta toplumların sosyo-kültürel yapıları değiştiği ölçüde bu içtihatların değişmesi de söz konusudur. Burada birden fazla içtihadın olması bir ayrılık olarak değerlendirilmemelidir. Bu müçtehitlerin yaptıkları içtihatlardan biri yasal düzenleme ile nas konumuna yükseltilebilir. Yani kanun / NAS mesabesine yükseltilebilir. Bu takdirde bu içtihat yasalaşmış olur ki, nas gibi herkesi bağlar. Ancak bu içtihat toplumların ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde değer olma özelliğini korur. Yoksa değer olma özelliğini kaybeder. Bu yasa topluma külfet olmaya başlamışsa yeni düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Bu durumda bir başka içtihadın normlaştırılması gerekebilir. Ancak bir önceki içtihadın nas gibi değişmez kabul edilmesi en büyük problemi oluşturmaktadır.
Bunun için bir içtihadın normlaştırılması kıyamete kadar doğru ve değişmez nas anlamı verilmemelidir. Bugün bu şekilde anlaşılması ümmetin önünün tıkanmasına neden olmuştur. Klasik dönem müçtehitlerinin zan alanında yaptıkları icma ve kıyaslar bunlara örnek gösterilebilir. Bu icma ve kıyaslar, nass gibi mutlak doğru kategorisine sokulmuştur. Ümmetin önünün tıkanmasına sebep olan bu gibi anlayışın bugün acı sonuçlarını çekiyoruz.
Bu gidişle daha da çekeceğimize benziyor. Bugün icma veya kıyas olduğu söylenen pek çok konularda hala ihtilafın devam ettiği de bir gerçektir. Bunların her biri döneminin, ya bireysel ya da toplu kararlarından başka bir şey değildir. Bugün Müslümanlar arasındaki ihtilafların kaynağı burada yatmakta olduğu anlaşılmaktadır. Desene din ile din kültürü birbirine karıştırılmıştır. Bunların her biri bir içtihattır ve her içtihat da saygıya değerdir.
Kadınların şahitliği konusundaki kıyastan tutun da, Cuma, bayram namazı, kadınların özel durumlarında oruç tutma konularındaki icma anlayışı gibi pek çok konuda bunları görmekteyiz. Keza Mecellenin tadilatı, Aile Hukuk Kararnamesi bu konuda kısmen de olsa, önemli bir göstergedir. Klasik dönem icma veya kıyaslarından toplumsal talepleri karşılayanlar olabileceği gibi karşılayamayanlar da olabilir. Bunlar bugün kanun veya KHK gibi düzenlemeler olup bu konuda bugün yeni yasal düzenlemelere gidilmesi de zorunlu olabilir. Birçoğu yönetmelik ve yönerge mesabesinde olup mükellefin ve sosyal şartların değişmesine paralel olarak değişmesi kaçınılmazdır. Bu konuda yeni yorumlar ne dinden sapma ne de müçtehitlere bir saygısızlık olarak algılanmamalıdır. Her müçtehit kendi döneminin şartlarına göre toplumsal problemleri çözmüştür. Haddi zatında mezhepperest bir yol izlemekten ziyade sosyal gerçekliği dikkate alınmalıdır. Keza bireysel ve sosyal zaruretler, çeşitli hükümlerden istisnalar getirebilir. Bu bağlamda mezhepler, hukuk birliği açısından döneminin kanunlaştırma hareketleri olarak görülmesi daha isabetli olduğu kanaatindeyiz. Sosyal gerçekliğe set kurmayınız. الَّذِينَيَصُدُّونَعَنْسَبِيلِاللَّهِ Saygılarımla. Prof Dr Hadi Sağlam