Vakfe, vukufiyet ve vakıf insan olabilme derdindeyiz…
Bir saniye nasip olabilecek en güzel yerdeyiz… Arınmanın, adanmanın, alışkınlığa kanatlanmanın doğru adresindeyiz…
Arafat çadırında dile getirmeye çalıştığım duygu ve düşüncelerimi özetleyerek paylaşmak istiyorum…
Bu çadır bir çadırdan daha fazlası bir özellik arz ediyor… Bu çadırda iki pencere tasavvur ediniz… Biri yaşamakta olduğumuz bu dünyaya yönelik, diğeri mahşere yönelik…
Dünyaya bakan pencere sorumluluk ve sınavlarımızı hatırlatıyor, mahşere bakan pencere ise sonuçlara dikkatimizi çekiyor...
Dünya ve ahiret arası ince bir çizgide, kritik bir eşikteyiz... Dünya ve ahiretn kesiştiği nokta... Fizikle metafiziğin buluştuğu zemin... Dünyevi olanla derunî olanın temas düzlemi... Madde ile meadın... Mülk ile melekûtun... Rasyonel ile mütealin yakın temasına tanıklık ediyoruz, kefen misali ihramlarımızın içinde...
Maşeri kalabalık arasında mahşerin provasındayız... Bakalım şakülü kaymış, şirazesinden çıkmış yaşamların anaforundan kurtulup dünya ahiret dengesini kurabilecek miyiz?
Evet, bu zor ama zorunlu denklemi doğru çözmek durumundayız… Yaşamımıza sinen tüm dengesizlik, düzensizlik, disiplinsizlik ve dağınıklıkları ahiret penceresinden yeniden dizaynetmek durumundayız...
Ah bunu bir başarabilsek, yani “dünyevileşmeye” dur diyebilsek, ahireti dünyaya tercih edebilsek, belki şu Arafat çadırında cennetin kokusunu alabilmek bizlere nasip olacaktır...
Değil mi ki, cennete yakın, meleklerle dirsek temasında bulunduğumuz kutlu mekândayız...
Sözü Arafat çadırından açmışken, bir de bu çadırın yeryüzüne açılan penceresine bakalım...
Bu çadırdan aldığımız idrak ve ilham ile başka çadırlarla iletişim kurabilecek miyiz?
Bizim çadır sorumluluğumuz Arafat’ta başlasa da Arafat’ta bitmez... Hac sonrası evlerimize dönüp, el öptürmek ya da münzevi bir yaşama kapı aralamak mıdır görevimiz? Yoksa Arafat çadırından hareketle hicret etmemiz gereken çadırlara bir an önce intikal etmek midir?
Yer kürede çadır sınavımız katlanarak devam ediyor... İçinde bulunduğumuz bu çadırın hinterlandı oldukça geniş... Arafat çadırlarlarını aşan bir çadır sorumluluğu bizleri bekliyor.
Evet, elimizi çabuk tutmamız gerekiyor, acilen ulaşmamız gereken çadırlar var, sarmamız gereken yaralar var... Hac sonrası Mekke’de daha fazla oyalanmamız gerekmiyor...
Bu bağlamda üç çadırdan bahsetmek istiyorum:
Bir... Yakın tarihte ülkemizde asrın depremini yaşadık... Yüz binlerce insanımız çadırlarda hayata tutunmaya çalışıyor... Bir deprem düşünün ki, bir günde insanların saçını-sakalını ağarttı... Sadece 105 saniye süren iki deprem geriye ne enkazlar bıraktı... Yaralılar, yetimler, öksüzler, yoksullar, dullar, engelliler, yüz binlere ulaşan rakamlar...
Şimdi hac sonrası, çaresizlerin çadırlarına yolumuz düşecek mi? Yaralarını sarmak mümkün olacak mı? Arafatta dua etmek kolay... Mazlumların, mağdurların, mahrumların duasını almak öncelik arz ediyor…
Umarım hediyelik seccade, tesbih, takke, hurma ve zemzemlerimiz çadır kentlerde hedef kitleye ulaşmış olur...
İki... Şimdi de Afrika’da bir çadıra sizi misafir etmek istiyorum... Somali ile Kenya sınırında Dedeab mülteci kampı... Somalili mültecilerin en çok sığındıkları kamp... 90 bin kapasitesi var ancak 480 bin mülteci barınıyor...
İşte bu kampta bir çadır, dul bir anne ismi Mümini İbrahim... İkiz bebekleri var... Gelen bebek maması, gıda yardımı yetersiz olduğu için bebeklerden biri gıdasızlıktan ölüyor... Anne hayatta kalan diğer bebeğini kaybetmemek için kara kara düşünüyor… Çare olarak şöyle bir yola başvuruyor... Vefat eden bebeğin cesedini yetkililere bildirmiyor, çadırın içine gömüyor, taki iki bebeklik mama gelmeye devam etsin, belki bu sayede diğer bebeğim kurtulur diye...
Evet, Arafat çadırından, Dedeab kampındaki çadırı hissedebilmek bilmiyorum haccın hangi menasikine dâhildir?
Üç... Bir de oldukça uzak bir coğrafyadan bir çadırı buraya taşımak istiyorum... Arakanlı mültecilerin umut kapısı Kutubalong kampında bir çadır... Kendi gözlerimin şahit olduğu bir kare... Bir milyonu aşkın mazlum... Çalı-çırpıdan, ağaçların dal ve yapraklarından, derme-çatma, başlarını sokacakları gölgelik barakalar yapmışlar. Zemin çamur, ıslak... Bebekler, dedeler, nineler çamur içerisinde... Muson yağmurlarının yoğun olduğu bir bölge... Soruyorum:
- Neden naylon, muşamba veya çadır bezleri ile bu yağmura karşı önlem almıyorsunuz?
- On metre naylon alacak paramız yok ki, nasıl alabiliriz?
O an anladım on metre naylon meğer ne büyük bir nimetmiş! Olmayınca ne yapabilirsin?
- Peki, ne yiyip, ne içiyorsunuz? Nasıl besleniyorsunuz?
- Ağaçlardan topladığımız yapraklar ve yerden topladığımız otlarla... Susuzluğumuzu yağmur sularını dinlendirerek gideriyoruz...
İnsanlığımdan utandım... Biz nasıl Müslümanız? Kaldı ki bunlar ümmetin çocukları!..
Şimdi biz afiyetle zemzemlerimizi içeduralım değil mi? Arafat çadırında ümmetin yaşadığı bu dramı değerlendirmeye almayacak mıyız?
Evet, bu çadır sadece bireysel günahlardan arınma alanı olmasa gerek… Arzın merkezi olan bu aziz belde de, insanlığın ırzına ve izzetine yönelik zorbalık ve zulmete karşı bizden bir karar ve kıyam bekleniyor...
O ki, “Kıyam evi Kâbe’deyiz.”
Bunca katliama, kahra daha ne zamana kadar katlanacağız? Kendini sadece Arafat çadırıyla sınırlayanlar, küresel sorumlulukları ıskalayanlar, haccın şekil şartlarını yerine getirmiş olsalar da, haccın ruhunu ve misyonunu kaçırmış olurlar...
Evet, yeryüzündeki tüm çadırların gözü bu çadırda... Çaresizler bu çadırdan çözüm bekliyorlar, çare umuyorlar...
Bu çadırdan yeryüzüne bir çağrımız olacak mı?
Yunan sahilinde boğulan yüzlerce mülteci...
İsveç’te yakılan Kur’an-ı Kerim...
Fransa’da kurşunlanan Cezayirli 17 yaşındaki Nahel...
Bizden ses vermemizi bekliyor...