İnanç / iman, insan fıtratına kazınmış olan ve asla sökülüp atılması kâbil-i mümkün olmayan bir olgu, bir duygu, bir mayadır.
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…
Bundan böyle bu köşede, okuyucularımızla Cuma günleri mânevî bir atmosferde, dînî, edebî, fikrî ve ahlâkî olmasına gayret göstereceğimiz yazılarımızla buluşacağız. Rabbimizden; önce nefsimizi, sonra okuyan her sorumlu kardeşimizi hayırla istifade ettirmesini Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâz ederiz.
İnanç / iman, insan fıtratına kazınmış olan ve asla sökülüp atılması kâbil-i mümkün olmayan bir olgu, bir duygu, bir mayadır. Bu yönüyle “ben inanmıyorum, ateistim” diyen biri bile, kendisiyle çelişmekte, yalan söylemekte, ispat edemeyeceği bir teoriyi ileri sürmektedir. Öyle ki; “inanmıyorum” kelimesinin içerisinde bile inanmak vardır. Madem inanmıyorsun, imandan bahsetmek niye? Hiç öyle bir kavramı dillendirmemen gerekmez mi?
İmanın umumi manası “inanmak” tır. Müspet, menfi, dini, gayr-ı dini, dünyevi, uhrevi her türlü kabul, imanın bir neticesidir. İslam nokta-i nazarından bakıldığında ise; kanun koyucu (şârii) olanın insanlık için bildirdiği ne varsa (İslamiyet) tamamına inanmak demektir.
Hemen söyleyelim ki, “amel imandan bir cüz değildir” in aksine, amel, mutlaka imandan bir cüzdür. Amelsiz iman her an uçup gitmeye namzettir, iman eden / inanan insan inandığı gibi yaşamalı ki, sözü ile özü bir olsun, kendisiyle ve yaptıklarıyla ters düşmesin. Münafık olmasın. Dilinin söylediklerini eylemleri yalanlamasın. Sonra, iman bir iddiadır, ispat ister. İspatı ise salih ameldir.
Mü’min, inandığı istikamette hayatını düzene koyan / tanzim eden kimse demektir. Öyle inanmalı ki, dert te gelse, keder de, sevinç te, heyecan da… Hepsinin Allah’tan olduğuna inanır, teslim olur, sabreder, hayatının istikrarı olur, tevekkül eder, incinmez. Olayın geldiği tarafa yüzünü döner ve der ki: “Yarattın, yaşatıyorsun. Yedirip içiriyor, ele-güne muhtaç etmiyorsun. Daraldığımda genişlik ve ferahlık veriyorsun. Sevincimi, mutluluğumu bunları yaratmış olmakla ikiye katlıyorsun. Rabbim, nihayetsiz hamd ve sena Sanadır.”
İslâmdan haberi olmayan ama inanmış bir Müslümanın inancı taklitte kalır. Muhafazası zordur. İman tahkiki olursa, insanı amele sevkeder, salih amel işleyen insanın derecesi yükselir, eşref-i mahlûkat hükmüne çıkar. Mükerrem varlık olur. İhlas ve samimiyeti, tevekkül ve kanaati onu nifaktan, isyandan, ataletten, gösteriş ve diğer süfli hallerden korur, kuvvetli imanıyla bir ömür Hakk’a ve hakikate hizmet eder. Yılmaz, yorulmaz, yorgunluğu rahmet bilir, cennet bilir öylece hareket eder.
Tahkîkî imana erişmiş insan, batıl, bidat ve dalalet olan şeylerden uzak olur. Etkilenmez, sarsılmaz, sapıtmaz. Bütün günahlar için söylenen ortak bir sözdür ki; “her günahta, küfre giden bir yol vardır” denmiştir. Bu da bize öğretir ki, mü’min günahlardan / haramlardan şeytandan, belalardan kaçar gibi kaçmalı, helâl olan işleri de yapmaya gayret göstermeli ki, imanını muhafaza edebilsin.
Tartışma götürmez bir hakikattir ki, biz güzel bir Müslümanlık örneği ortaya koyabilsek, gayr-ı müslim olanlar bize gıpta edecek, bizi örnek alacak, belki onlar da bir daire-i meşrûâ içerisinde hayat sürmeye heveslenip özen gösterecekler. Bu, tarihte hep böyle olmuş. Saadet asrından bahsediyoruz ve kaynaklarımızdan hep o asrın faziletli hallerini imrenerek okuyup duruyoruz. Onlardan sonra, sonra, sonra gelenler… Tarihimiz ibret verici davranışların / hallerin örnekleriyle doludur.
Modern çağda yaşayan biz Müslümanlar, bu asrın insanına güzel bir örnek / yaşantı sergileyemeyeceksek, İslamofobi gibi, gericilik, yobazlık gibi haksız ve hakaret dolu yaftalamalardan / yakıştırmalardan kurtulamayacağız. “Müslümanım” deyip gayr-ı müslimler gibi bir hayat yaşarsak, onları hem kendimizden, hem de İslâmiyetin tüm güzelliklerinden uzaklaştırmış olacağız.
“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân; 3/19)). Biz dinimizi Kur’an’dan ve onu Rabbin rızası istikametinde ümmetine dosdoğru bir şekilde açıklayan, öğreten Resûlullah (sav)’in yaşantısından öğreneceğiz. Bu konuda her söz söyleyeni, araştırmadan / soruşturmadan kabul eder, teslimiyet gösterirsek, kafalarımızın karışmamaması için bir dayanağımız kalmaz. Doğrularımız, ilhamını ilahi vahiyden ve nebevi sünnetten almalıdır. Din akla hitap eder ama akıl da bir yere kadar. Sınırlı anlamasıyla durması gereken bir nokta vardır. Orada durur. Biz aklımızı önce vahye tabi kılacağız. Fikirlerimizi vahyin ölçülerine arzedeceğiz, vahyi bizim aklımıza ve anlayışımıza değil. Vahyi aklımızla tartmaya ve yönlendirmeye kalkınca, sekiz milyar insanın yaşadığı yeryüzünde sekiz milyar doğru ortaya çıkar ki bu durum da, tam olarak günümüzde yaşanan bilgi kirliliği, kavram karmaşası, kafa karışıklığı durumununa düşmüş oluruz.
İmanın pek çok mertebeleri var. Herkes Allah’ın Razzak-ı Kerîm olduğuna inanır yahut inandığını söyler ama bir deneme / imtihan ile karşı karşıya kaldığında; kimi tevekkül eder, kimi sabreder, kimi isyan eder, kimisi de deli-divaneye döner, ne din kalır ne iman ne de ibadet… İnsanı terk eder gider.
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakârâ; 2/155) buyurur Rabbimiz ve imtihânın gereğini, karşısında nasıl durulması gerektiğini öğretir bize.
Yeryüzünde, gökyüzünde, yaratılmış cümle alemlerde mevcut her şey, Allâh’ın varlığına ve birliğine, eşsizliğine şehâdet eder, bunda kuşku yok. Şu içerisinde yaşadığımız 21. Asırdaki ilme, bilime, hikmete ve teknolojiye tanıklık eden insanın bütün bunlar karşısında hayrete düşüp dudak ısıran insan, bu hârikulâdeliği yaratan Allâh’ın eşsiz sanatına hayran olup iman etmiyor, ya da imanı kuvvet bulmuyorsa bir terslik var demektir insanda…
Bilmek lazım, öğrenmek lâzım, anlamak lâzım, meselelerin künhüne varmak, derinliğine inmek lâzım. Bunun için Rabbimiz Kur’an’da; “Allah’tan ancak âlim olan kulları hakkıyla korkar” (Fâtır; 35/28) buyurur. O âlimler ki, bildikleri için lâyıkıyla Rablerine saygı duyar, takvâ ile O’na yönelirler. Bu yönleriyle de Kur’an’da övülür, bahis konusu edilirler.
Yaratılan cümle varlığa nizâmı veren de Âlemlerin Rabbi olan Allâh’tır (C.C.)… Güneş, atmosfer, su ve toprak sanki bir şirket halinde birbirine yardımcı olarak çalışmakta, fesat ve bozgunculuk çıkarmadan her biri kendine tevdi edilen emri yerine getirmekte, insanlığa hizmet etmektedir.
Mideyi yaratan Allah, onun rızkını / yiyeceğini / besleneceği unsurları da yaratmıştır. Gözü yaratan Allah, onun göreceği dünyayı ve alemleri, görmesini sağlayacak ışığı / nûru da yaratmıştır. Kulağı yaratan Allah, onun duyacağı / duymayacağı sesleri, tınıyı, mûsikîyi, terennümü de yaratmış, onunla kullarının ruhuna şevk ve lezzet vermiştir. Bütün âzâlarımızda böyle…
Sağlam inanır ve sağlamca teslimiyet gösterirsek, bütün aykırılıklardan, kafa karışıklığından, handikaplardan ve manipülasyonlardan kurtulmak için bir sebebimiz olacaktır Allâh’ın izniyle…
Rabbimiz yollarımızı açsın ve bizi rızâsı istikâmetinde yaşamaya râm eylesin.
Şeref İŞLEYEN
19.04.2024